Yazılar Yapay Zekâ, İnsanlığı Yok Eder mi?

Yapay Zekâ, İnsanlığı Yok Eder mi?

Günümüzde çalışan yapay zekâ uygulamaları henüz ortada yokken 1968’de, Stanley Kubrick’in çektiği “2001: A Space Odyssey” filmi, yapay zekâ konusunda, günümüze kadar gelen çok büyük bir soru işaretini doğurdu: “Acaba yapay zekâ, bir gün insanlığı yok eder mi?” Henüz yapay zekânın hayatımızda yapabileceği değişiklikleri bilmeden, belki de yapay zekâyla sahip olabileceğimiz konforu görmeden, bugüne kadar sahip olduğumuz teknolojiler gibi yapay zekânın da önümüzde açabileceği ufukları bilmeden böyle bir şüphenin oluşması, sanırım insanın ancak kendi yarattığı bir varlığın kendine rakip olabileceği düşüncesiyle ilgili.

Yazı: Güventürk Görgülü

Türkiye’de basın sektörünün duayenlerinden olan ve 1948’de Hürriyet Gazetesi’ni yayınlayan Sedat Simavi, 1933’ten itibaren dönemin en popüler haftalık dergisi Yedigün’ü çıkartıyordu. Bu derginin 7 Nisan 1935 tarihli sayısında Ömer Rıza imzalı “1950 Senesinde Dünya Bambaşka Bir Dünya Olacak” başlıklı bir yazı yer alır. Yazı, o zamanki insanların geleceğe yönelik hayal güçlerini göstermesi açısından ilginçtir. Mesela 15 yıl sonrası için sağlıkla ilgili şöyle bir öngörüde bulunur Ömer Rıza: “1935’te kanserden ölenler çoktu. Bazı memleketlerde nüfusun onda biri kanserden kırılıyordu. 1950’de kanser, çiçek hastalığına benzeyecek. Çiçek hastalığından ise tek bir eser kalmayacak. Bütün evler, tıbbi şeraite azami derecede uyacak. Her ev güneşten azami istifadeyi temin edecek. Dimağ (zihin, beyin) hastalıkları beyinler üzerinde yapılan ameliyat ile bertaraf edilecek. İnsanlara yeni guddeler (hormon salgılayan bezeler) aşılamakla tedavi usulü fevkalade ilerleyecek.”

Evet, kanser 1950’de yok olmadı hatta belki de artış gösterdi. Günümüzde bazı türleri erken teşhis olanaklarıyla etkili şekilde tedavi edilebilse bile kanser, Alzheimer gibi “dimağ” hastalıkları veya hormonlarla tedavi konusunda daha alınacak epey yol var. Ama hakkını teslim etmek gerek, yazarın çiçek hastalığı konusundaki öngörüsü doğru çıktı ve bu hastalık 1979’da yeryüzünden tamamen silindi.

Yazının dikkat çekici bir başka noktası ise bugünün en popüler konularından robotlarla ilgili. Okuyalım: “1935’te robotlara alışılır gibi olmuştu. Robotlara iş yaptırmak meselesi, gittikçe inkişaf etti (gelişti). Fen adamları 60.000 kilovatlık bir türbinin 2 milyon 270 bin adam tarafından yapılan işi yapacağını hesap etmişlerdi. Bu hesabın yanlış olmadığı anlaşıldı ve artık çocuklar bile tek bir robotun binlerce insanın yerini tutacağına akıl erdirir oldular. Onun için insanlar robotlardan azami derecede istifadeyi temine koyuldular.”

Bu yazıya bakınca 84 yıl önce, şimdiki deyimle “Fütürist” yazılar yazmaya kalkan birinin kafasındaki “Robot” kavramının şimdikinden oldukça değişik olduğunu fark edebiliyoruz. Zira o tarihte bugün anladığımız türde bir robottan söz edebilmek için insanların önce bilgisayarla tanışmış olması gerekiyordu. Evet, elektrikle çalışan ilk analog bilgisayar MIT’de (Massachusetts Institute of Technologhy) Dr. Vannevar Bush tarafından çalıştırıldığında tarihler, 1925’i gösteriyordu ama 1935’te, bilgisayar henüz popüler olarak bilinen bir kavram değildi. Bugün anladığımıza biraz yakın ilk elektronik bilgisayar, 1939’da ABD Iowa’da John Vincent Atanasoff ile Clifford Berry tarafından modellendi ve 4 yıl sonra çalışmaya başladı. Bilgisayarların gerçek anlamda hayatımıza girmesi ise 1980’leri buldu.

Neyse lafı fazla uzatmayayım, söylemek istediğim şu; bugün için hayatımızın sıradan bir parçası olan teknolojiler, bilim insanlarının fikirsel ve kavramsal olarak bunları ortaya atmasından çok ama çok sonra hayatımızı etkilemeye ve varoluşumuzu şekillendirmeye başlayabiliyor. Bu teknolojilerin birbiri ardına eklenmesiyle hayatımızda yaratabileceği değişiklikleri öngörebilmek ise hiç kolay bir iş değil.

Bugün üzerinde sıkça konuştuğumuz yapay zekâ da işte böyle bir teknoloji. Yapay zekâ, yani insanı taklit edebilen, insan gibi öğrenebilen bilgisayar programlarının hayatımıza girebilmesi için önce bilgisayarın, sonra internetin var olabilmesi gerekiyordu. Onun ardından da bilgi paylaşımını mümkün kılan Google gibi bir arama motorunun ve şimdi sıradan bir şekilde “sosyal medya” dediğimiz sanal dünyanın ortaya çıkması, böylece büyük bir veri denizinin oluşmasına ihtiyaç vardı. İşte bütün bunlar olduktan sonra “Evrimsel Programlama”, “Sinir Ağları” ve “Derin Öğrenme” ile tanışabildik. Bu sayede de günümüzde ve gelecekte yapay zekânın pazarlamada nasıl kullanıldığını ve kullanılabileceğini konuşabiliyoruz.

Aklımızın Ucundan Geçmeyen Şeyler…
Günümüzde çalışan yapay zekâ uygulamaları henüz ortada yokken 1968’de Stanley Kubrick’in çektiği “2001: A Space Odyssey” filmi, yapay zekâ konusunda, günümüze kadar gelen çok büyük bir soru işaretini doğurdu: “Acaba yapay zekâ, bir gün insanlığı yok eder mi?”

Henüz yapay zekânın hayatımızda yapabileceği değişiklikleri bilmeden, belki de yapay zekâyla sahip olabileceğimiz konforu görmeden, bugüne kadar sahip olduğumuz teknolojiler gibi yapay zekânın da önümüzde açabileceği ufukları bilmeden böyle bir şüphenin oluşması sanırım insanın ancak kendi yarattığı bir varlığın kendine rakip olabileceği düşüncesiyle ilgili.
Şimdiye kadar yaşadığımız ve önceleri şüpheyle bakılan tüm teknolojik devrimler gibi yapay zekâ da hayatımızda vazgeçilmez gibi gördüğümüz bazı şeylerin yok olmasına, aklımızın ucundan bile geçmeyen şeylerin de hayatımıza girmesine neden olacak.

Tam da bu noktada, pazarlamacılar için hayati önem taşıyan ama günümüzde herkes için en popüler “şüphelerden” biri haline gelen; “Yapay zekâ bizi eşimizden, dostumuzdan hatta kendimizden daha iyi tanıyabilir ve hayatımızı yönlendirebilir mi?” sorusuna gelelim.
Bu soruyu basitçe, “Evet tanıyabilir ve yönlendirebilir” diye cevaplayabiliriz. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Cem Say; herkese okumasını tavsiye ettiğim “50 Soruda Yapay Zekâ” kitabında, psikologların oluşturduğu bazı testleri dolduran gönüllü kullanıcılar sayesinde Facebook’un, kullanıcılarının neleri beğendiğini girdi olarak alıp bu kişilerin pek çok özelliğini tahmin edebilen bir sisteme sahip olduğunu söylüyor. Bir kullanıcının ırkını yüzde 95, cinsel yönelimini yüzde 88, siyasi tercihini yüzde 85 oranında doğru tahmin edebilmek için onun yalnızca 68 beğenisine bakmak yeterli oluyor. Aynı yöntem, kişilerin zekâ seviyelerini, dinlerini alkol ve sigara kullanıp kullanmadıklarını ebeveynlerinin boşanıp boşanmadığını saptayabiliyor. Dahası, bu kişilerin ileride karşılaşacakları bir seçimde ne karar vereceklerini sadece 10 beğeniyle iş arkadaşlarından, 70 beğeniyle arkadaşlarından, 150 beğeniyle ebeveynlerinden, 300 beğeniyle hayat arkadaşlarından daha yüksek doğrulukta tahmin edebiliyor.

Araya Giren Reklam Uygulamaları Azalacak
Büyük veriyi bu şekilde işleyip kullanıcıları hakkında fikir sahibi olan tek şirket, Facebook değil elbette. Amazon, Netflix gibi online satış kanallarının davranışlarımızı izleyerek ve işleyerek verdiği tavsiyelerin isabet yüzdesini düşününce, pazarlamada yapay zekâ kullanımının yol açacağı ilk sonuç, kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yapay zekâ ile ortadan kaybolacakların veya büyük ölçüde azalacakların ilk sırasında “araya giren reklam” uygulamaları yer alacak. Medya tüketimimiz dijital platformlara kaydıkça yalnızca satın alma ihtimalimizin çok yüksek olduğu tavsiyeleri göreceğiz. Reklam değil; hem ihtiyacımıza hem zevkimize hem de kesemize uygun tavsiyeler… Bir başka deyişle pazarlamada boşa atışlar yerine daha az kaynak kullanımıyla daha isabetli hedefleme, yapay zekânın sağlayacağı en önemli gelişme olacak. Bu söylediğimi, bir online mağazaya girip inceleyip çıktığınız ürünün günler boyunca sizi takip etmesine neden olan remarketing uygulamalarıyla karıştırmayın sakın! Bunlar yapay zekânın henüz taş devri uygulamaları. Zira elimizde çok büyük bir veri olduğu doğru ancak eldeki veriyi henüz gerekli hızda işleyemiyoruz. İşlemci tiplerinin değişmesi ve bilgisayarların hızlanması elbette yapay zekânın hayatımıza daha fazla nüfuz etmesine neden olacak.

Size Sormadan…
“Yapay zekâ pazarlamada nasıl kullanılıyor ve kullanılacak?” sorusunu iki düzeyde yanıtlamak gerekiyor. Bir tanesi yapay zekânın nesnelerin interneti sayesinde doğrudan satış aracı olarak kullanımı, diğeri ise pazarlamada kararı insanlara bırakan -ya da bırakırmış gibi yapan- daha isabetli hedeflemeler ortaya çıkartması. Her iki düzeyin de bir yandan bizi çevreleyen değişik türdeki bilgisayarlar veya “internete bağlı nesneler” içinde çalışması; bir yandan da fiziksel dünyada, otonom kararlar veren değişik şekillerdeki robotlar olarak hayatımızda varlığını artırması mümkün. Yani bir yandan kullandığımız buzdolabı, çamaşır makinesi, elbise dolabı, yatak benzeri eşyalar akıllandıkça, bir yandan da akıllı saat ve benzeri giyilebilir teknolojiler fazlalaştıkça pek çok ihtiyacımızın bize sormadan karşılandığına tanık olacağız. Buzdolabımız bize sormadan istediğimiz gıdaları sipariş verecek, çamaşır makinemiz deterjanını…
Elbise dolabınız, akıllı giysileriniz sayesinde artık içine sığamadığınız kıyafetleri yenileriyle değiştirecek veya akıllı saatiniz çok kilo aldığınızı düşünerek diyetisyenden ya da doktordan randevu alacak. Tabi bu durumda “Bana sormadan bütün bunlar hangi parayla olacak?” diyebilirsiniz. O en kolayı, çünkü o iş zaten kazancınızı, banka hesabınızı ve kredilerinizi yöneten yapay zekâlı asistanınızda olacak. Asistanınız sahip olduğunuz gelir düzeyiyle size en verimli hayatı yaşatacak. Eşyaların fiziksel olarak geliş-gidişi ve depolanması da bugün Amazon’da kullanılan robotların, insansız hava araçlarının evlerimize girmesiyle mümkün hale gelecek.

Biraz daha ileri gidersek yapay zekâ, üretim ve pazarlamanın gerçekten bir bütün haline gelmesini sağlayacak. Harvard Business School İşletme Bölümü eski profesörlerinden Shoshana Zuboff’un Ekim 2010’da McKinsey Quarterly’de yayınlanan “Creating Value in the Age of Distributed Capitalism” (Dağıtılmış Kapitalizm Çağında Değer Yaratmak) başlıklı makalesinde ayrıntılarını anlattığı gibi, son 20-30 yılda medya sektöründe yaşananlar, endüstrinin hatırı sayılır bir bölümüne yayılacak. Son 30 yılda; pikaplar, teypler, video oynatıcılar, CD çalarlar, hatta MP3 çalarlar nasıl yok olduysa; müzik dinlemek film seyretmek için artık, plak, bant, kaset, CD gibi özel ortamlara ihtiyacımız kalmadıysa; müzik veya video üretimiyle tüketimi arasında nasıl direkt köprüler kurulduysa; yiyecekten kıyafete, tabak çanaktan sandalyeye kadar her türlü ihtiyacımız da aynı bu şekilde karşılanabilecek. Bunun için, hepimizi tek tek tanıyan, birbiriyle entegre çalışan yapay zekâ sistemleriyle, fiziksel üretim yapan insansız fabrikalar, çok çeşitli malzemeleri çok hızlı basabilen üç boyutlu yazıcılar birlikte çalışacak.

City College of New York’ta ders veren ünlü fizikçi ve fütürist Michio Kaku perakendedeki bu gelişmeye “Mass Customization”, yani “Kitlesel Kişiselleştirme” diyor. Kaku’nun dediği gibi, dağıtılmış kapitalizm çağında ihtiyacınız olan şey, tam istediğiniz zamanda tam sizin için imal edilmiş olarak elinizde olacak. Kaku buna “Mükemmel Kapitalizm” diyor ama bu sistemin kapitalizm olup olmayacağı, ayrı bir tartışma konusu tabii.

Verimlilik Çok Yükselecek
Bu uzun tartışmayı bir kenara bırakırsak, bütün bu alet edevat ve yazılımın entegrasyonuyla önümüzdeki 20-30 yılda ortaya çıkan sonuç, verimliliğin çok ama çok yükselmesi olacak. Bunun zaten buhar gücünün üretime dahil olmasından beri tekrarlanan bir sonuç olduğunu söyleyebilirsiniz, elbette. Bu sefer de benzer sonuçlar, şimdiye kadarkileri epey katlamış olarak karşımıza gelecek. “Sonuçlar” diyorum, çünkü bu gelişmenin çıktıları hem tüketici hem işgücü hem de işletme düzeyinde görülecek.

Kısaca özetlemek gerekirse, her yeni teknolojik dalga, verimlilik artışı nedeniyle önce kârların yükselmesine neden olur. Ardından da o teknoloji yaygınlaşıp ucuzladıkça günlük hayata öyle bir nüfuz eder ki, bu sefer de ortaya çıkan rekabet, kârları düşürür. Kârlar düştükçe yeni teknolojiler için arayış başlar ve böylece yeni bir dalganın başlangıcı hazırlanır.
Kapitalizmin kanaat önderleri son birkaç yıldır yapay zekânın kademeli olarak üretime girmesi ve Endüstri 4.0 aşamasına geçilmesiyle, şimdiye kadarki dalgalarda görülmemiş hızda ve büyüklükte bir âtıl işgücü ortaya çıkacağını dile getiriyor ve bunun yaratacağı sorunların nasıl giderileceğini düşünüyor. Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nun son birkaç yıldır en önemli gündem konusunu, bu sorun oluşturuyor.

Her Üç Kişiden Birinin İşi Tehlikede
Uluslararası danışmanlık şirketi McKinsey’in, Kasım 2017’de yayınladığı rapor gelecekteki iş olanakları ve ücretlerin durumuyla ilgili risklere dikkat çekiyor. Şimdiye kadar yaşanan teknolojik değişimlere bakıldığında, yok olan işler kadar hatta ondan daha fazla yeni iş alanı çıktığına değinilen raporda, üretim süreçlerinde yapay zekâ ve otomasyonun yaygınlaşmasından etkilenecek işgücünün 2030’a kadar 800 milyonu aşacağı tahmini yer alıyor. Bu sayı, 2030’da 2,66 milyar olarak tahmin edilen işgücünün yüzde 30’u; bir başka deyişle neredeyse her üç kişiden birinin işinin tehlikede olması demek. Yine aynı raporda 2030’da işgücünün yüzde 8-9’unun halihazırda mevcut olmayan, yeni ortaya çıkacak mesleklerde istihdam edilebileceği tahmini yer alıyor. Yapay zekâ ve otomasyonun neden olacağı verimlilik artışı; yani üretimde insan emeğine olan ihtiyacın düşüş hızı, yeni mesleklerin ortaya çıkma hızının bir hayli üzerinde.

McKinsey raporu bu durumdan en fazla gelişmiş ülkelerdeki işgücünün, özellikle de vasıfsız işgücünün etkileneceğini, ancak etkinin yalnızca vasıfsız çalışanlarla da sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Nitekim New York Üniversitesi’nden Jason Furman’ın Temmuz 2016’da yapay zekânın işgücü üzerindeki etkilerini incelediği makalesinde, saatte 20 doların altında bir ücretle çalışanların yüzde 83’ünün, saatlik 20-40 dolar arası kazancı olanların yüzde 31’inin, saatte 40 dolardan fazla kazananların da yüzde 4’ünün doğrudan yapay zekâ uygulamalarından etkileneceği tahmini yer alıyor.

Fast Company dergisinde Mart 2016’da yayınlanan “Kodlama bilmek işinizi korumaya yetmeyebilir” başlıklı bir araştırmada yer verilen görüşler ise durumun nitelikli işgücü açısından da pek kolay olmadığını gösteriyor. Teknolojinin istihdamın geleceği üzerindeki etkisiyle ilgili araştırmalarıyla tanınan iki MIT profesörü Erik Brynjolfsson ve Andrew McAfee’nin görüşlerine yer verilen yazıda bu ikilinin 2013’te söyledikleri şu cümleler, oldukça dikkat çekici: “Bu, çağımızın büyük bir paradoksu. Verimlilik rekor seviyelerde, inovasyon hiç bu kadar hızlı olmamıştır ancak aynı zamanda orta sınıfta sürekli bir gelir azalışı ve daha az iş bulabilme gibi sorunlar söz konusu. Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki becerilerimiz ve organizasyonlarımız teknolojiye ayak uyduramadığından insanlar geride kalıyor. (…) Tüm bu bilim-kurgu teknolojileri hayata geçirildiğinde, bu kadar insanı ne yapacağız?”

Yapay Zekâ Yalnızca İşgücünü Tehdit Etmiyor
İsveç’te yasal olarak yola çıkan otonom kamyonu düşünün! Peki, çok kısa sürede bu kadar çok insan işsiz kalacaksa insanlar nasıl yaşayacak, nasıl tüketecek, kim, neyi, nasıl satın alacak? Bir adım daha ileri gideyim; yapay zekâ yalnız işgücü için değil girişimler için de büyük bir tehdit oluşturuyor. Yapay zekânın yaygınlaşmasıyla işletmelerin büyük bölümü ortadan kalkacak ve sektörlerde olağanüstü bir tekelleşme yaşanacak.

Öyle ya; yapay zekâ sayesinde verimlilik maksimum düzeye yükselecekse, yapay zekâyı tüm sektörlerde, tüm işletmeler, tüm markalar kullanır hale gelecekse, büyük veri sayesinde herkes en iyi içgörüyü elde edip, en iyi tasarımı ortaya çıkarıp, en mükemmel hedeflemeyi yapacaksa, bütün işletmeler her şeyi tam zamanında ve tam istendiği gibi üretip tüketicinin önüne koyacaksa bu ölümcül rekabet, kârları minimum düzeylere indirmeyecek mi? O gün geldiğinde işletmeler nasıl hayatta kalacak? Kim, kiminle, nerede, nasıl rekabet edecek?

Evet! Yapay zekâ elimizden pek çok işi alacak, pek çok işletmeyi ortadan kaldıracak ve pek çok ihtiyacımızı karşılama şeklimizi değiştirecek. Peki, bu insan zekâsının, rekabetin veya insan üretiminin sonu mu olacak? Hiç sanmıyorum. Şimdiye kadar yaşadığınız teknolojik devrimler, üretim ve tüketim biçimimizdeki değişmeler nasıl hiçbir şeyin sonunu getirmediyse yapay zekâ devrimi de bunların sonunu getirmeyecek. Ama çok büyük ölçüde değişime uğratacak.

Orta Çağ’da sıradan bir köylünün hayatını düşünün. Bu insan, hayatın çok ama çok yavaş değiştiği bir zaman diliminde yaşıyordu. Geçmişten gelen bilginin yeni yaşam tecrübeleriyle yavaşça evrildiği bu zamanda, bir köylünün kaygıları bugünkü orta sınıf bir şehirliden oldukça farklıydı. Aslında günün büyük bir bölümü hayatta kalma çabası için harcanıyordu. Bu insan ne bir kariyer planı yapıyordu ne emeklilik ne de restoran rezervasyonu… Çocuğuna daha iyi eğitim aldırmak gibi bir kaygısı yoktu, çünkü kendisinin anlattıkları dışında bir eğitim yoktu. Kitap okumuyordu, film seyretmiyordu. Bu insana bugün bizim yaşadığımız hayatı anlatabilseydik; temel ihtiyaçların bolluğunu, yaşam süremizi, hastalıkların nasıl tedavi edilebildiğini, vebanın, çiçek hastalığının olmadığını, istediğimiz zaman evlenip boşanabildiğimizi, seyahat etmekte özgür olduğumuzu, birkaç saatte dünyanın öbür ucuna gidebildiğimizi ve benzerlerini… Muhtemelen bizim cenneti tarif ettiğimizi düşünürdü.
Ama bizler cennette yaşamıyoruz, hatta Orta Çağ’daki bir köylünün tasavvur edemeyeceği mutsuzluklarımız var. Gelişen teknoloji ve kapitalist sistem bizi hayatta kalma kaygısından kurtardı ama insanın arayışı bitmedi, beyni durmadı, toplumsal ve kişisel ihtiyaçların sonu gelmedi. Her yeni teknolojinin yarattığı yeni sorunların çözümüyle ilgili arayışımız bitmedi. Yapay zekâ da bu arayışı sona erdirecek veya sonsuz olan insan ihtiyaçlarını ortadan kaldıracak değil. Bundan 30-40 yıl sonra, 100-150 yıl sonra bugün sorun olarak gördüğümüz pek çok şeyle uğraşmayacağız, bugünkü ihtiyaçlarımızın pek çoğu ihtiyaç olmaktan bile çıkacak ama ihtiyaçlarımız da dertlerimiz de bitmeyecek. Eğer birey olarak da girişimci olarak da iyi bir şeyler yapmak, bir değer ortaya koymak istiyorsak yapmamız gereken şey, bir sonraki adımı görebilmek.

Exit mobile version